5 Nisan 2010 Pazartesi

İSTANBUL’DA DENİZE HASRET YAŞIYORUZ

Asya ve Avrupa arasında bağlayıcı bir köprü niteliğinde, denize km’lerce kıyısı olan , bir şehrin denize sahip olmasının ne büyük bir şans olduğunun hala farkına varılamadığı şehir, İstanbul. Bu sahip olduğumuz değeri biz nasıl değerlendiriyoruz?
Hergün yolum bir şekilde denizle buluşuyor ve her seferinde dikkatimi çekiyor; denize bu kadar yakın yaşarken ona hasret kalabiliyoruz. Belki aldığım eğitimin kazandırdığı bakış açısıyla bu kadar duyarlıyım bu ‘yapılaşamama’ durumuna, belki de benim gibi birçoğumuz farkında, ancak kabullenmiş bu denizden uzak yaşamı.
Bunun en son gördüğüm örneklerinden birisi dün birdaha karşıma çıktı. Eminönü’nde yürürken, orada Fatih Belediyesinin katlı otoparkının önünden geçtim. Arabalar öyle şanslıydı ki, dilleri olsa ‘Sağolun deniz havası da pek güzel geldi.’ derlerdi. Tam deniz manzaralı bir konumda, bunca araba kirliliği…
Bir başka örnek ise, yine son zamanlarda her önünden geçtiğimde yanımdakilere aynı cümleleri sarfettiğim kıyımız ve bilinçsiz uygulama; Kartal İETT otobüs durakları. Konumu yine sahil kenarı ve sorun yine araba topluluğu. Özellikle İETT otobüs duraklarının niye hepsinin sahilde olduğunu birtürlü anlayamıyorum. Herkesin kolay ulaşabilmesi için mi? Oysaki iç kesimlerde duraklar için , sahil toprağından daha değersiz ancak yine herkesin kolay ulaşabileceği yerler sağlanabilir. Fakat ısrarla, bütün ana duraklarımız deniz kenarında konumlandırılıyor: Kadıköy, Bostancı, Beşiktaş, Kabataş, Eminönü…
Örneklerin sayısı çok fazla. İnsanların vakit geçirmeye ihtiyaç duydukları bu en değerli yerler giderek azalmaktadır. Şehir betonlaşırken, bu betonlaşmadan kaçışımız olan kıyılarımız da ya betonlaşmakta, ya otobüs durağı, halk pazarı vb. şekilde kirletilmekte ya da özel mülkiyet olarak kullanılmakta. Oysaki bu alanlar bizim sahip olduğumuz en değerli alanlar, İstanbul’u İstanbul yapan sadece tarihi değil, sahip olduğu konumdan kaynaklanan değeri. Yazık ki biz; halkın sosyal faaliyetlerde bulunabileceği, denizin dinlendirici etkisinden faydalanabileceği bu alanlarımızı en yoğun ve yorucu mekânlar haline getiriyoruz. Saatlerin harcanabileceği bu yerleri, insanlar sadece bir araç olarak kullanıyorlar. Böylece buralar insanların arabalarını parkettiği, otobüse bindiği, pazar alışverişi yaptığı, geçici ve kısa süreli işlerini yürüttüğü, kısacası oturan değil hareket eden insanın kullandığı yerler haline geliyor.
Her gün örneklerini gördüğüm İstanbul’da, bu tip bilinçsiz kullanımı görmezden gelmek gün geçtikçe zorlaşıyor. Geri dönüşü olamayacak şekilde denizlerimizden uzaklaştırılıyoruz. Oysa ki şehrimize ve değerlerine sahip çıkıp, onu öncelikle kendimiz için yaşanılır hale getirmek bizim elimizde.